Spoiler (detaylı bilgi) içermez.
Çok önceden Noel Gecesi Kabusu filmini izleyip çok beğenmiştim. Geçenlerde tekrar izlemek istedim ama ismini Ölü Gelin ile karıştırdım. Ölü Gelin'i önceden izlememiştim, bir on dakika izleyince filmi fark ettim yanlış filmi açtığımı. Ama önceden izlemediğim için, neyse bunu izleyeyim bari, sonuçta Tim Burton yapımı, kötü olamaz dedim ve haklı çıktım.
Konusu
Tim Burton ve Mike Johnson'ın yönetmenliğindeki bu film 18 Kasım 2005'te gösterime girdi. Film 1 saat sürüyor. Stop-motion tekniği ile çekilen bu animasyon filmin konusuyla başlayayım yazıma. Victoria devrinin kasvetli bir kasabasında birbirini tanımayan, çıkar uğruna aileleri tarafından evlendirilecek olan gelin ve damat bulunuyor. Damadın beceriksizliği yüzünden düğün gerçekleştirilemiyor ve damat sonrasında gizemli bir şekilde kayboluyor. Adı Victor Van Dort olan bu damat sakarlığı yüzünden yanlışlıkla bir cesede düğün yüzüğünü taktığında kendini ölüler dünyasında Emily ile evli buluyor.
Emily korkunç bir görüntüye sahip olsa da onun aslında ne kadar iyi kalpli bir ruha sahip olduğunu görüyoruz. Karakterler kısmında daha detayına ineceğim Emily'in. Kısacası damadımız, Emily'i üzmeden ölüler dünyasından kendini kurtarıp asıl evleneceği kadına kavuşmaya çalışıyor.
Fragman & Görüntü
Tim Burton'ın bu zamana kadar iki filmini izledim -bundan önce- ve tarzına cidden bayılıyorum. Kukladan karakterlerinin titiz ve özenli olmasının yanı sıra ürkütücü, tuhaf ve ilgi çekici olduğu filmlerinin daha ilk sahnelerinden anlaşılabilir. Filmin fragmanı (filmlerin Türkçe fragmanını bulamıyorum maalesef çoğu zaman, İngilizce izlemek isterseniz...):
Seslendirme
Karakterler
Ölü Gelin (Emily)
Helena Bonham Carter tarafından seslendirilen Ölü Gelin'in sevecenliği ve trajik geçmişiyle büyüleyici bir karakter. Solgun mavi teni, çökük gözleri ve yırtık gelinliğiyle gotik bir gelini temsil ediyor. Hortlağımsı görüntüsünün ötesinde çok nazik ve sıcak bir karakter. Gerçek bir aşk arayışıyla yanıp tutuşuyor.
Dışa dönük bir karakter olmasına karşın sevgi ve kabul görülmek istiyor. Filmin ilerleyen zamanlarında karakterin nasıl öldüğünü ve yarım kalmış hayallerini görüyoruz. Ona karşı acı ve sevgi dolu hisler taşıyoruz.
Victor Van Dort
Johnny Depp tarafından seslendirilen bu karakter biraz garip, utangaç, beceriksiz ve iyi kalpli. Başlarda çekingenliğini daha fazla görüyoruz. Ailesi tarafından seçilen ve daha önce hiç görmediği bir kadın olan Victoria ile nişanlanır. Victoria'yı gördüğünde beğense de sosyal beceriksizliği ve gerginliği yüzünden düğün iptal ediliyor.
Victor'un asıl yolculuğu kendini Ölü Gelin ile evli bulunca başlıyor. Emily ile karşılaşması sonucu doğaüstü bir dünyaya, Ölüler Ülkesi'ne gidiyor. Emily ve diğer ölümsüz karakterlerle arasındaki ilişkiler onu daha olgun birine çevirir. Kendine güveni artar.
Şefkat ve empati de Victor'un en önemli özelliklerinden. Emily ile karşılaştıklarında onun yaşadıklarına saygı duyarak onunla gerçek bir bağ kurar.
Müzik
Sevdiğim neredeyse tüm animasyon filmlerinin müzikleri Danny Elfman'e ait. Filmde müzik çok ön planda, hatta müzikal bir film bile diyebilirim. Danny, tabii ki, yeteneklerini konuşturuyor yine. Akılda kalıcı ve atmosferik müzikleri beni duygulandırıyor. Mesela şu şarkı çaldığında azıcık gözlerimin yaşardığını inkar edemem!
İzlemeli misiniz?
Etkilenerek izlediğim güzel bir filmdi. Acı tatlı romantizm, karanlık hikaye anlatımını ve animasyon izlemeyi seviyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. IMDb puanı 7,3/10; benim puanımsa 8/10. Sadece bazı karakterleri, mesela Victoria'yı, daha derin işleyebilirlerdi diye düşünüyorum. Onun dışında her şey 10/10'luk.
***
Instagram: @kayipfisilti
Tüm dizi & film önerilerimi gör
Kaynak: Tüm resimler Wallpapercave sitesinden alınmıştır.
Herkese merhaba! Umarım hafta sonunuz iyi geçiyordur. Son iki haftadır seçimlerle kafayı bozmuşken artık biraz uzaklaşmak istedim bu konudan. Instagram'da beni takip ediyorsanız denk gelmişsinizdir, Denizli-Konya otobüs yolculuklarımda hep Eğirdir Gölü'nün videolarını paylaşıyordum. İlk gittiğim zaman akşam vaktiydi. Gece kararırken yanımda görünen gölün güzelliği, gölün diğer tarafında kalan iskelelerden ve ardındaki küçük bir kasabadan geliyordu benim için. Çünkü orayı bir an Hobbit'deki insan şehri olan Göl Kasabası olarak hayal etmiştim.
Açıkçası Eğirdir Gölü'nün varlığından haberim yoktu otobüsle geçmesem. Ve hem benim olduğum tarafta hem de gölün karşısındaki küçük kasabaları geçerken göl bir türlü bitmiyordu. Bir an deniz mi burası neredeyim ben diye haritayı açtım. Haritada küçücük görünüyor bu göl ama inanın acayip büyük. Uzunluğu 50km, genişliği ise 15km imiş. Ayrıca araştırmamda biraz daha derine inince Türkiye'nin 2. en büyük tatlı su gölü ve 4. en büyük gölü olduğunu öğrendim.
Eh bu kadar etkilenince buraya kendim gelip gezmeyi kafaya koymuştum ve dün ailemle birlikte geldik. Hep otobüsle geldiğimden dolayı burayı Denizli'ye çok uzak bir yer diye düşünüyordum, yani 4-5 saat gibi, halbuki 2-2.30 saatlik bir yolmuş. Çok yakın sayılmasa da sabah erkenden gidip, rahatça gezebilirdik.
Gelelim Yeşilada'ya. Yeşilada, Isparta'nın Eğirdir ilçesinde yer alıyor. Merkeze 1,5km uzaklıkta olan ada, 70li yıllarda bir yol ile birleştirilerek ana karaya bağlanmıştır. Anayoldan Eğirdir yoluna saptığımızda ilk olarak ada gözümüze çarptı. Bu arada amacımız Eğirdir'i gezmek ve burada piknik yapmaktı. O yüzden ilk Eğirdir'in içine girdik.Saat 2.30 civarıydı. Piknik yapabileceğimiz bir ortam aradık. Eğirdir'in merkezinde deniz kenarı tamamen plajdan oluşuyor. Adaya doğru giderken daha çok restoranlar, kafeler ve piknik yapabileceğimiz banklar bulunuyordu.
O incecik yoldan adaya geçerken yolun iki tarafından da denizi görebiliyoruz. Adanın etrafını bir dolaşıyoruz. Zaten ada çok büyük değil. Girişinde yine kafeler, restoranlar bulunuyor ve sonrası tamamen ahşap, küçük evlerden oluşuyor.
Adayı turladıktan sonra girişindeki kafeye oturuyoruz. Bu kafe üç tarafı da denizlerle kaplı bir parkın içinde bulunuyor. Orada ben limonata içiyorum, ailem çay. Şimdi buraya kadar her şey güzel. Manzara harika. Fakat gelin size gerçekten rahatsız edici bir şeyden bahsedeyim. Etraf temiz değil ve bakımsız. Her tarafta özellikle bira şişeleri bulunmasının yanı sıra, normal şişeler, peçeteler, tek kullanımlık tabaklar fazlaca bulunmakta. Ben fotoğrafların çoğundan çöpleri sildim açıkçası, yakıştıramadım hiç böyle güzel bir yere. Ayrıca sinek ve polen sorunu da çokça var maalesef.
İçeçeklerimizi içtikten sonra kalktık, adadan tekrar ana karaya geçtik. Tam deniz kenarında yemek yemek için güzel bir masa bulduk. Etrafında bir sürü kedi köpek vardı. Geldiğimizde muhtemelen hergün gelen bir adamın onları doyurduğunu gördük. Tabii yine de biz de köftelerimizden verdik.
Karnımızı doyurduktan sonra Eğirdir'in içini gezdik. Eğirdir Kalesi'ni gördük. Zaten adaya giderken kendini gösteriyor. Kale, Bizans döneminden kalıntı.
Güzel bir geziydi. Gidip görülmeli. Tek sorunu yurdumuz insanının temiz olmaması. Neden pislik içinde yaşamayı tercih eder bir insan anlamakta zorluk çekiyorum. Havalar henüz çok sıcak olmadığı için denize girmedim. Plajları hakkında bir şey diyemeyeceğim o yüzden.
***
IG: @kayipfisilti
Kaynaklar: 4. Ada resmi Seyyah Defteri'nden alınmıştır.
Herkese merhaba... Kayıp Fısıltı dün 5. senesine girdi. İlk defa "Bir Günce" adı altında 15 Mayıs 2018 tarihinde açtığım bloğum özellikle gezi ve edebiyat üzerineydi. Zamanla buna başka konular da eklendi, bazı değişimler geçirdi ve şu an ki son haline ulaştı. Zaman içerisinde birçok sevecen yazarlarla tanıştım, hayatımı etkileyen, bakış açımı değiştiren bir sürü insanla tanıştım. Bu yüzden hem onlara hem de tüm takipçilerime, okurlarıma teşekkür etmek istiyorum.
Bu sefer farklı bir şey yapacağım. Kelime Oyunu vardı hatırlarsanız, her hafta bir blog beş kelime veriyor ve isteyen blog yazarı onunla ilgili hikaye, şiir vs. yazıyordu. Ben hep kısa hikaye yazmıştım bu zamana kadar ama bu sefer blog hayatımın 5. yılına özel bir deneme yazısı yazdım. Kelimelerimiz şunlardı bu hafta: Avcı/Talih/Bağdaş/Kaos/Yaratık
Online evim gibi gördüğüm bloğumun beşinci senesini doldurduğuna inanamıyorum. Sanki daha dün açmışım gibi... Ciddi bir sıkıntı olmadıkça hayatım boyunca buraya yazmaktan vazgeçeceğimi düşünmüyorum. Yazmak her zaman beni iyileştirdi, yazmak her zaman beni özgür kıldı, yazmak her zaman ufkumu açtı... Yazmak... Yazabiliyor olmak... Bazen ne kadar talihli olduğumu düşünüyorum, insanoğlunun yazabilme yetisi olduğu için... Sanki bu yeteneğimizin olması şöyle bir şey gibi; sen insansın! Sen çok düşüneceksin, sen acı çekeceksin, sen hayatı ciddiye alacaksın ve derin düşüneceksin, sessiz kalmak zorunda kalacaksın çoğu zaman ama... Yazarak iyileşeceksin. Yazarak hayata tutunmaya devam edecek, motive olacaksın. Tıpkı acı çektiğinde, sessiz kalmak zorunda kaldığında bir enstrüman çalabilmek gibi, tıpkı bu zamanlarda müzik dinleyebilmek gibi, resim yapabilmek gibi...
Evet bir kaosun içindesin. Düşünmek bir yerde acı çektirir, insanı yalnızlaştırır. Ama böyle yeteneklerin var ki, yazabiliyor, çizebiliyor, okuyabiliyor, üretebiliyorsun ve iyileşiyorsun. Sadece düşüncelerinle başbaşa kalsaydın, yeteneklerin olmasaydı ne olurdu? Ruhun ezildiğinde onu doyuran bir avcısın. Kelimeleri, notaları, noktaları, sembolleri avlayan bir avcı...
Aklının olması ve onu kullanabilmek bunu gerektirirdi çünkü. Bilinen tüm yaratıkların içinde bu kadar derine inebilen tek tür seninkiyse buna ihtiyacın vardı. Şimdi bağdaş kur, gözlerini kapat ve zihnini doldur. İstemesen de olacak bu. Okuduğun fantastik kitaplardan izlediğin dramatik filmlere, tanıştığın en kötü insandan, hayatını iyi yönde değiştiren o meleğe kadar... yaşadığın tüm tecrübeler kendini bir yerlerde gizliyor ve ara ara farklı şekillerde kendini gösteriyor. İşte tam o anda ÜRET. YAZ. ÇİZ. BESTELE...
***
Fotoğrafları seçim günü teyzemin bahçesinde çekmiştim. Birkaç resim daha ekleyip, kaçıyorum. Tüm okurlarım, umarım çokça sene daha beraber olacağız, hepinizi seviyorum!
***
Instagram: @kayipfisilti
Ağaç Ev Sohbetleri: Her hafta isteyen bir blog yazarın bir konu seçip tüm blog yazarlarını o konu hakkında tartışmaya çağırması. Siz de blog sahibiyseniz kendi bloğunuzda düşüncelerinizi belirtebilir, değilseniz yorumlarda fikirlerinizi yazabilirsiniz! Bu haftanın konusu;
Çocukların kırsalda mı büyük şehirde mi büyümesi daha iyidir?
Birkaç gün önce aslında bu konuya benzer bir yazı yazıp bir süre sonra silmiştim. Beni kırsal alanlarda hissettiren müzikleri paylaşıp nasıl kırsal alanlarda yaşamak istediğimden bahsetmiştim. Bu yazımla beraber iki konuya değineceğim.
Öncelikle normal yaşam standartlarını göze alarak (yani ülkemizin durumunu göz önüne almadan, olması gerektiği gibi iyi insanların olduğu bir şekilde) ikisini karşılaştıracağım.
Kırsal Alanda Yaşamanın Şehirlere Göre Avantajları ve Dezavantajları
Avantajları
-Benim için en büyük avantajı şehir ışıklarından ziyade yıldızları izleyebilmek. Ağaçların arasında bolca vakit geçirebilmek, temiz hava soluyabilmek.
-Kırsal alanlar daha sessiz ve sakin oluyor. Şehir hayatında hızlı bir hayat sürerken insanın daha fazla stresli olduğu gerçeği var. Kırsal alanlar da ise daha dinlendirici ve huzurlu vakit geçirebiliriz.
-Soluduğumuz hava şehirlere göre çok daha temiz oluyor. Geçen aylarda Yeni Zelanda'ya ilk defa giden birinin ya da çok uzun zaman sonra dönen birinin temiz havadan dolayı başının döndüğünü okumuştum.
-Doğal ortam daha fazla olduğu için bahçe işleri, tırmanma, balık tutma gibi hobilere daha çok vakit ayırılabilir.
-Buralar daha küçük olduğu için herkes birbirini tanır, sosyallik konusunda şehirlere göre daha derin bağlar kurulabilir. Özellikle yardımlaşma konusunda.
.-Çocuklar için çok daha iyi bir yer şehirlere göre. Rahatça oyunlar oynayabileceği büyük bahçeler, büyük bahçeler sayesinde evcil hayvanların da daha rahat yaşayabileceği ve çocuklarımıza hayvan sevgisi aşılamak çok daha kolay olur.
Dezavantajlar
-Kısıtlı imkan. Restoranlar, alışveriş merkezleri, gelişmiş hastane gibi yerler olmaz.
-Sınırlı iş imkanları
-Ulaşım
Ben çocukluğumdan beri hep kırsal hayatta yaşamak istemişimdir. Bir tane kulübem olsun istemişimdir. Fakat Türkiye'de maalesef bu zor. Çünkü kırsal alanlar ülkemizde daha tehlikeli yerler halinde, okuyan fazla insan olmadığı için. Şehirlerde de suç oranları fazla. Zaten şu an için güvenli bir yaşam alanımız yok. Yine de ülkemize bakacak olursak şehirde yaşamayı tercih ederim ve çocukların şehirlerde büyümesini. Köyleri varsa arada oraları ziyaret etmek en iyisi gibi duruyor.
Ütopik bir dünyada diyeyim, şehirlerin olmamasını fakat tüm imkanlara da küçük binalar (ve o binalar gerçekten estetik anlayışına uygun bir şekilde inşa edilmiş ve döşenmiş) olmasını dilerdim. Sizin fikirleriniz neler peki? Şehirde yaşamayı mı yoksa kırsal alanda yaşamayı mı tercih edersiniz? Yoksa sizin de benim gibi farklı bir düşünceniz mi var? Yorumlarda belirtiniz!
Son olarak, Sophiya Sweet adında beni bu ütopik dünyaya götüren sanatçıyla tanıştırayım sizi. Fazla bilinmedik bir genç şarkıcı olan bu başarılı sanatçının şarkılarına YouTube kanalından ulaşabilirsiniz: Sophiya Sweet
"Şehrin ışıklarını yıldızlı gecelere değiştirelim, Bahçesinde limon ağaçları olan bir kulübede, Sabah çay ve tost içeceğiz, Ve hayatı neden bu kadar zorlaştırdığımızı merak ediyorum..."
Bu şarkısını beğendiyseniz Sophiya Sweet'den şunları da dinleyebilirsiniz:
-Flowers
-Sunnyside
-Tangerines
***
Instagram: @kayipfisilti
Kaynak: Resim: wallpapersafari.com
Social Media
Search